Memleket Roman ve Hikayesi
Atatürk ve İnönü dönemlerini kapsayan bu ilk devrede roman ve hikâye yazarları, şiirdekine benzer şekilde ülkenin geçirdiği siyasî ve toplumsal değişmelerle yakından ilgilenirler. Bir yandan yakın devrin tarihiyle bir hesaplaşma içine girerken bir yandan da devrimlerle şekillenen yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin çeşitli sorunlarına eğilirler. Bu yüzden çoğunun eserlerinde eski devrin tipleri, değişen tipler ve yeni devrin idealist tipleri yan yana bulunur. Batılı ve doğulu değerleri temsil eden kuşaklar arasındaki çatışma ve yeni gençlik fikrî birçok romanın örgüsünü oluşturur.
Bu dönemde şöhretini önceki dönemlerde yapmış roman ve hikâye yazarları eser vermeye devam ederler. Servet-i Fünun’un usta romancısı Halit Ziya (1865-1945), romana girmemekle birlikte hikâyeler yazar ve eserlerini, bazılarını topluca olmak üzere yeniden yayımlar. 1931’de ölen Servet-i Fünun romancısı Mehmet Rauf (1875- 1931), Cumhuriyetten sonra sekiz roman ve üç hikâye kitabı çıkarır. İlk romanını 1888’de yazan Hüseyin Rahmi Gürpınar (1864-1944) 41 romanından 24’ünü bu devrede verir. 1919’da yayımladığı Memleket Hikâyeleri’yle hikâyemizin Anadolu’ya açılmasında büyük bir rol oynayan Refik Halit Karay (1888-1965) ise Yüzellilikler’in affedilmesiyle 1938’de Türkiye’ye döndükten sonra devrin havasına uygun çok sayıda roman kaleme almış ve en önemli eseri olan Gurbet Hikâyeleri’ni de 1940’ta yayımlamıştır.
Bununla beraber ilk devrede roman ve hikâye alanını, bu alana daha önceki yıllarda girmiş olan üç büyük yazarın eserleri doldurur. Bunlar Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Reşat Nuri Güntekin’dir. Bu yazarların eserleri hem çok okunması ve etkili olması hem de estetik bir değer taşıması açısından devrin popüler hikâye ve romancılarına kıyasla bir üstünlük taşır.
Her üç yazarın birçok hikâye ve romanını, edebiyatımızın Anadolu’ya açılışı, yani “Memleket Edebiyatı” kapsamında değerlendirmek mümkündür. Halide Edip ve Yakup Kadri’nin Millî Mücadeleye fiilen katılmış olmaları, Reşat Nuri’nin Anadolu’da uzun süre öğretmenlik yapmış olması dolayısıyla bu yazarlar, Millî Mücadeleyi, bu mücadelenin cereyan ettiği Anadolu’yu ve insanını roman ve hikâyelerinde sıklıkla ele alırlar.
II.Meşrutiyet döneminde yazdığı romanlarla haklı bir ün kazanmış olan Halide Edip Adıvar (1882-1964), Millî Mücadeleye katıldıktan sonra eserleriyle de Anadolu’ya açılır ve Ateşten Gömlek (1922) romanı, Dağa Çıkan Kurt (1922) ve İzmir’den Bursa’ya (Yakup Kadri, Falih Rıfkı ve Mehmet Asım’la birlikte, 1923) adlı hikâye kitaplarıyla devrin aydınları ve gençleri üzerinde büyük bir hayranlık uyandırır. Türk’ün Millî Mücadeledeki mucizevî iradesini ve direniş gücünü anlatan bu eserlerden Ateşten Gömlek İngilizce, Almanca, Fransızca, Arapça ve Rusça gibi birçok dile çevrilmesi ve filme alınan ilk romanlardan olması bakımından da önemlidir.
Taassup yüzünden acımasızca öldürülen Aliye Öğretmenin hikâyesini veren Vurun Kahpeye (1923, kitap halinde 1926) romanı da Millî Mücadeleyle ilgilidir. Sırası gelmişken bu eserlerin romanımızda “Millî Mücadele Romanı” diye sınıflandırabileceğimiz bir grup romanın öncülüğünü yaptığını söyleyelim. Yakup Kadri ve Reşat Nuri’den başka 1950’ye kadar Aka Gündüz, Mehmet Rauf, Burhan Cahit, Peyami Safa, 1950’den sonra da Kemal Tahir, Fikret Arıt, İlhan Tarus, Samim Kocagöz ve Tarık Buğra tarafından yazılmış birçok Millî Mücadele romanı vardır. Diğer roman ve hikâyelerinde Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin gençlerini ve kadınlarını anlatan, eğitim konusuna ve iradeli, güçlü kadın tiplerine ön planda yer veren Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal (1936) romanı da Türkçe’nin klâsikleşmiş eserleri arasındadır. Sinekli Bakkal Sokağı etrafında bütün bir II. Abdülhamit dönemi İstanbul’unu güzel taraflarıyla birlikte veren ve buradan batılı ve doğulu değerlerin bir sentezine gitmeye çalışan roman, Osmanlı’ya karşı o dönem eserlerinde, söz gelişi Yakup Kadri’nin Sodom ve Gomore (1928) ve Mithat Cemal’in Üç İstanbul (1938) romanlarında, mahkûm edici bir şekilde görülen olumsuz bakışı değiştirmesi ve geçmişe daha hoşgörülü bakması açısından edebiyatımızda bir dönüm noktası gibi kabul edilebilir. Bu olumlu bakış, daha sonra Abdülhak Şinasi Hisar ve Safiye Erol gibi romancıların eserlerinde, söz gelişi Fahim Bey ve Biz (1941) ve Ciğerdelen’de (1947) daha güçlü bir şekilde görülür.
Halide Edip gibi aktif bir şekilde Millî Mücadeleye katılan Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun (1889-1974) da eserlerinin önemli bir kısmı Millî Mücadele ve Anadolu’yla ilgilidir. Zaten daha II. Meşrutiyet döneminde hikâyemizin Anadolu’ya açılmasını sağlayan iki yazardan -diğeri Refik Halit Karay- birisi odur.
Romanlarının çoğunda II. Abdülhamit, Meşrutiyet ve mütareke dönemlerini ve bu dönemlerin İstanbul’unu anlatan yazar, özellikle Millî Savaş Hikâyeleri (1947) ve Hikâyeler (1985) gibi kitaplarında toplanan hikâyelerinde ve Yaban (1932), Ankara (1934) ve Panorama (1953-1954) romanlarında Millî Mücadeleyi, Millî Mücadele sonrasının Ankara’sını ve ülkedeki siyasî çekişmeleri mesafeli ve zaman zaman da keskin ve kötümser bir eleştirel bakış açısıyla gözler önüne serer. Eserlerini kendine özgü bir sanatkârane üslûpla yazan ve mizacından kaynaklanan bir özellikle halkıyla kaynaşamamış aydının psikolojisi üzerinde yoğunlaşan Yakup Kadri’nin özellikle Yaban romanı, Cumhuriyet döneminde köy romanının ilk örnekleri arasında olması bakımından önemlidir. Anadolu köylerinin sefaleti, köylünün cahilliği, geriliği ve aydınların bu konudaki sorumluluğu etrafında dönen romandaki bazı önyargılı yaklaşımlar hem döneminde hem de sonraki yıllarda çeşitli tartışmalara ve dolayısıyla başka köy romanlarının yazılmasına yol açmıştır.
Bu ilk dönemin üçüncü önemli yazarı olan Reşat Nuri Güntekin’in (1889-1956) roman ve hikâyeleri ise İstanbul’un yanı sıra bütün Anadolu’yu kapsayan geniş bir anket gibi yorumlanabilir. Anadolu kasaba ve şehirlerinin hayatı, bu çevrelerin sorunları ve dikkate değer insan tipleri (dini istismar eden softalar, vicdanı ile geçim sıkıntısı arasında bocalayan memurlar, öğretmenler, doktorlar, subaylar, lüks hayatın özlemini çeken gençler) onun roman ve hikâyelerinin dünyasını doldururlar.
Yabancı bir okuldan yetişmiş modern bir İstanbul kızının sevdiği adamdan bir çeşit intikam almak amacıyla da olsa Anadolu’ya geçişini ve idealist bir öğretmen olarak kendini Anadolu insanının hizmetine adamasını romantik bir havada anlatan Çalıkuşu, hem okuru zorlamayan kurgusu hem de temiz ve pürüzsüz üslûbu dolayısıyla Türkçenin en çok okunan klâsik romanları arasındadır. Reşat Nuri, birçok romanının ana örneğini teşkil eden Çalıkuşu’ndan sonra yazdığı roman ve hikâyelerde, zaman zaman duygusal aşkları öne çıkarmakla birlikte Anadolu’nun gerçeklerine daha çok dikkat etmiş ve bunları yer yer Atatürk devrimlerinin paralelinde çok keskin olmayan eleştirel bir bakışla sergilemiş ve bir bakıma kendisini Anadolu’daki cahillik ve gerilikle savaşmakla görevli saymıştır.
Bu üç yazardan Halide Edip özellikle Sinekli Bakkal, Yakup Kadri Kiralık Konak, Reşat Nuri de Yaprak Dökümü (1930) ve Eski Hastalık (1938) gibi romanlarında Tanzimat’la başlayan uygarlık değişimini, çatışan eski ve yeni değerleri ve bunları bir senteze ulaştırma sorununu ele alırlar. Bu konu, Cumhuriyet’in ilk döneminin önde gelen romancılarından olan Peyami Safa’nın (1889-1961) birçok eserinde daha büyük bir önem kazanır. O, 1922’den itibaren yazdığı romanların çoğunda mekân olarak genellikle İstanbul’u seçmekle birlikte ülkenin en önemli sorunu olarak gördüğü batı-doğu çatışmasına ön planda bir yer vermiştir. Modern ve geleneksel değerler arasındaki çatışma ilk olarak onun iki ayrı dünyayı sembolik mekânlar etrafında veren Fatih-Harbiye (1931) romanıyla başlar ve Bir Tereddüdün Romanı (1933), Biz İnsanlar (1939), Matmazel Noraliya’nın Koltuğu (1949) ve Yalnızız (1951) romanlarında gitgide daha derinleştirilmek suretiyle işlenir. Aslında Peyami Safa’nın bu romanları, Cumhuriyet dönemindeki benzerleriyle birlikte Tanzimat’tan sonra Ahmet Mithat’ın romanlarıyla başlayan ve Hüseyin Rahmi’yle devam eden “alafrangalık” teminin daha geniş bir çerçevede devamıdır. Bu konuyu ele alan eserlerin çoğunda dikkati çeken ortak yapısal özellik, kahramanların çoğunun belirli değerleri veya toplum kesimlerini temsil eden tipik kişilikler olması, dolayısıyla olay örgüsünün de bu zıt kişilikler arasındaki çatışmaya dayanmasıdır.
Romanlarında kişilerin iç dünyasına, psikolojisine de önem veren, hatta bazan aşırı şekilde psikolojik açıklama ve yorumlara yer veren Peyami Safa’nın 1930’da yayımlanan Dokuzuncu Hariciye Koğuşu romanı ise yeni anlatım tekniklerini denemesi açısından ayrı bir değer taşır. James Joyce, Virginia Woolf ve William Faulkner tarafından geliştirilen “Bilinç akışı romanı”nın iç monolog gibi bazı tekniklerini burada deneyen yazar, bu yolu sonraki romanlarında daha da geliştirir. Özellikle Matmazel Noraliya’nın Koltuğu, roman kahramanı Ferit’i romanın merkezine bir “yansıtıcı merkez” ya da “bilinç aynası” gibi yerleştirmesi ve dünyayı bu aynadan yansıtması bakımından Türk romanında yapısal açıdan önemli bir dönüm noktasıdır. Bu yol daha sonra gerçeküstücü özellikler taşıyan romanlarda farklı şekillerde karşımıza çıkacaktır.
Eserlerinde ülkenin ve Anadolu’nun sorunlarına girmemekle birlikte, Abdülhak Şinasi Hisar’ın Fahim Bey ve Biz (1941) romanı da Peyami Safa’nınkiler gibi geleneksel roman anlayışına getirdiği yenilikle dikkate alınması gereken bir eserdir. Yazarın “Boğaziçi medeniyeti” diye adlandırdığı Osmanlı’nın yüksek tabakasının yaşayışıyla ilgili hatıra, duygu ve izlenimlerini, belli bir olay örgüsünden çok bir kişiliğin etrafında verdiği bu romanı, Cumhuriyet dönemi romanının alanında tek kalmış örnekleri arasındadır. Bu özelliği dolayısıyla roman, 1942’de yapılan CHP roman yarışmasında üçüncülük ödülüne lâyık görülür. Hayranlık duyduğu Marcel Proust’un Geçmiş Zaman Peşinde adlı ünlü roman serisinin etkisiyle oluşturduğu bu roman tarzını Abdülhak Şinasi Hisar, Çamlıca’daki Eniştemiz (1944) ve Ali Nizami Bey’in Alafrangalığı ve Şeyhliği (1952) romanlarında da sürdürür. Olay örgüsünden çok duyguyu ön plana çıkaran bu anlatım yolu, Cumhuriyet dönemi hikâyesinin büyük isimlerinden Memduh Şevket Esendal ve Sait Faik tarafından da uygulanmıştır.
Cumhuriyet’in ilk büyük hikâye yazarları arasında yer alan Memduh Şevket Esendal (1883-1952), romanlar da yazmış olmakla birlikte, ülkenin büyük sorunlarına ancak geri planda yer veren, buna karşılık küçük, sıradan insanların duygu ve düşüncelerini, yaşama sevincini iddiasız bir gerçekçilik içinde anlatmayı tercih eden bir hikâyecidir. Çeşitli gazete ve dergilerde 1908’den itibaren yayımlanan hikâyeleri, oldukça geç bir tarihte 1946’da Hikâyeler adıyla kitaplaşır. O, özellikle 1920’den sonra yazdığı hikâyelerde etkisinde kaldığı ünlü Rus yazarı Çehov’un hikâye tarzını Türkçe’de başarıyla uygular ve bu tarz hikâyelerinde sanatsız, rahat ve temiz bir dille hareketli olaylardan çok duygulara yer vererek sıradan insanların hayatlarından ilgi çekici kesitler sunar.
Memduh Şevket’in bu hikâye tarzıyla eserlerini aynı tarihte veren Fahri Celâlettin Göktulga (1875-1975) ve Yedi Meşale grubunun nesir yazarı Kenan Hulusi Koray’ın (1906-1943) hikâyeleri arasında temel bir fark vardır. Bu yazarlar hikâyelerinde olay örgüsü unsuruna, başı sonu belli olaylara ağırlıklı bir yer verirler. Bir asabiye doktoru olan Fahri Celâlettin hastanelerde tanıdığı ruhen hasta kişilerin, eski devir tiplerinin küçük, dar dünyalarını başarıyla anlatırken Kenan Hulusi masalımsı aşk hikâyelerine ve E. A. Poe’nunkileri andıran korku hikâyelerine yönelir. İlk devrenin tanınmış hikâyecileri arasında bulunan bu yazarların eserlerinde şüphesiz İstanbul’un ve taşra şehir ve kasabalarının hayatından gelen canlı sahneler de yer alır.
Abdülhak Şinasi Hisar dışarda tutulursa, genel olarak “Memleket Edebiyatı” kapsamı içinde değerlendirilebilecek olan bu önde gelen roman ve hikâye yazarlarının yanı sıra dönemin ikinci, üçüncü sınıf yazarları da aynı çerçeveye sokulabilecek eserler vermişlerdir. Bunlar arasında ilk olarak Atatürk devrimlerinin ülkede benimsenmesi ve yaygınlaşması yolunda heyecanla çalışan Aka Gündüz’ü (1886-1958) sayabiliriz. Bir çeşit tezli eser sayılabilecek roman ve hikâyelerin yanı sıra popüler aşk romanları da yazan Aka Gündüz’ün yanı başında Mahmut Yesari (1895-1945), çarpık batılılaşmayı ve toplumsal sorunları ele alan popüler roman ve hikâyelerle dikkat çeker.
Aka Gündüz ve Mahmut Yesari gibi yazı hayatına Cumhuriyet öncesinde başlayan Sadri Ertem’in (1900-1943) roman ve hikâyeleri de bu çerçevede görülebilir. Sadri Ertem’in farklı tarafı, tasvirci olmaktan çok eleştirici bir bakış açısını tercih etmesi ve konularını daha çok köylünün ve işçilerin hayatından seçerek, bunları sanat endişesi gözetmeksizin çok keskin bir gerçekçilik anlayışıyla vermesidir. Onun özellikle kumaş fabrikaları yüzünden dokuma tezgâhlarını kapatmak zorunda kalan köylülerin isyanını anlatan Çıkrıklar Durunca (1931) romanı, bizde toplumcu gerçekçi romanın ilk örnekleri arasında sayılır. Toplumun alt tabakalarına inerek toplumsal ve ahlakî sefaletleri natüralistlere has keskin ve acı bir dille anlatan Reşat Enis Aygen’in hikâye ve romanlarında da benzer bir durum vardır. Bunlarda toprak reformu gibi toplumsal konular ve köylülerle köy ağaları arasındaki ezen-ezilen ilişkisi eleştirel bir bakış açısından verilmiştir.
Köyü ve kasabayı toplumcu ya da sosyalist gerçekçi bir bakış açısıyla ele alan yazarlarımız içinde Sabahattin Ali’nin (1907-1948) hikâye ve romanları, estetik açıdan daha büyük bir değer taşır. Üç tane de roman yazmış olmakla birlikte o, asıl başarısını hikâye alanında göstermiştir. Memleket gerçeklerini ekonomik yapının doğurduğu toplumsal çelişkiler, giderek sınıf çatışmaları perspektifinden gören yazarın hikâyelerinde Anadolu köy ve kasabalarının ezilen, horlanan insanları, düşkün kadınları, yoksul emekçileri, çaresiz memurları etkileyici bir trajik atmosfer içinde anlatılır. Yazar sanatı bir nevi araç gibi görmekle birlikte, bir propagandacı düzeyine inmeksizin fikir ve mesajlarını kurduğu hikâye dünyası içinde ustalıkla eritir. Bu hikâyeler, 1935-1947 yılları arasında Değirmen, Kağnı, Ses, Yeni Dünya ve Sırça Köşk kitaplarında toplanmıştır.
Onun 1937’de yayımlanan Kuyucaklı Yusuf romanı da toplumcu gerçekçi bir perspektifle yazılan romanların ilk başarılı örneğidir. Hareketli bir olay örgüsüne sahip olan bu romanında yazar, bir Anadolu kasabasındaki -Edremit- trajik bir aşk hikâyesinin etrafında fabrikatör, kaymakam ve jandarma komutanı arasındaki çıkar ilişkilerine ve bu gücün ezdiği insanların trajedisine geniş yer vermiştir.
Cumhuriyet döneminin bu ilk devresinde köy ve kasaba hayatını, diğer yazarlardan farklı bir eleştirel bakışla ortaya koyan bu eserler, “Memleket Şiiri”nde de gözlemlendiği gibi, Memleket Roman ve Hikâyesinin değişik bir versiyonu gibi görülebilir. Özellikle Sabahattin Ali’nin bu yolda yazdığı eserler, daha sonra yaygın bir şekilde devam edecek olan toplumcu gerçekçi roman ve hikâyenin örnek alınan eserleri olmuştur.
Comments